10.01.2025 tarihli Resmi Gazete’de; 18.09.2024 tarihli ve 2021/12621 başvuru numaralı Anayasa Mahkemesi Kararı (“Karar”) yayımlanmıştır. İşbu Karar’da, tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediği tartışılmıştır.
1.BAŞVURUNUN ÖZETİ
Yüksek Mahkemeye bireysel başvuru yapılan konu; tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ve yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
Başvurucuların müşterek çocukları olan üçüncü başvurucu (“bebek”), 22.11.2017 tarihinde F. Üniversitesi Hastanesi’nde sol kolu dirsek altından itibaren olmadan doğmuştur. Başvurucular olayla ilgili olarak dört hekimin kusurlu olduğundan bahisle Asliye Hukuk Mahkemesi’nde maddi ve manevi tazminat istemli dava açmışlardır.
Başvurucular dava dilekçesinde özetle; hamilelik süresi boyunca ilgili hekimlerin bebekteki durumu teşhis edemediklerini, mesleğin icrasında ihmal gösterdiklerini, bebeğin fiziksel olarak tam olduğu bilgisini verdiklerini ancak doğumla birlikte bebeğin sol kolunun dirsekten aşağısının olmadığını ileri sürerek maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuşlardır.
Yerel Mahkeme tarafından dosya kapsamında alınan bilirkişi raporlarında özetle; davalı hekimlerden biri gebeliğin 38.haftasında başvurucuyu muayene ettiğinden ve ileri gebelik haftalarında muayene amacının farklı olması nedeni ile bahsedilen durumun görülemeyebileceği dolayısı ile hekimin eyleminin tıp kurallarına uygun olduğu, diğer üç hekimin eylemlerinin ise tıp kurallarına uygun olmadığı sonuç ve kanaatine varılmıştır.
Bilirkişi raporunda eyleminin tıp kurallarına uygun olduğu belirtilen hekim yönünden mahkemece davanın reddine karar verilmiş, diğer hekimler yönünden ise davanın maddi tazminat yönünden kabulü ile manevi tazminat yönünden kısmen kabulüne karar verilmiştir. Karar tarihi 22.11.2011 tarihi olup işbu karar başvurucular ve aleyhine hüküm kurulan hekimler tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz üzerine Yargıtay, bebekte ortaya çıkan durumun tespitinin yapılamamasında üç hekimin de kusurunun bulunduğunun sabit olduğunu, öte yandan, bahse konu hekimlerin söz konusu durumun (uzuv eksikliği) ortaya çıkmasında herhangi bir kusurunun olmadığını, fakat zamanında tespit edilmiş olması halinde bebeğin kürtaj yoluyla tahliye edilmesinin mümkün olup olmadığı hususunda bilirkişi raporu alınması gerektiğini vurgulayarak yerel mahkemenin kararını bozmuştur.
Bozma üzerine yerel mahkemece Adli Tıp Kurumu’ndan yeni bir rapor alınmıştır. Raporda; bebeği 38.haftada muayene eden hekim dışındaki diğer üç hekimin de eylemlerinin tıp kurallarına uygun olmadığı, bebekteki durum ile hekimlerin eylemleri arasında illiyet bağı bulunmadığı, bebekteki durumun kürtaj gerektiren bir husus olmadığı ve anne karnında tedavisinin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Dosya kapsamında alınan ek raporda ise bebekteki durumun hekimlerin eylemleri ile ortaya çıkmadığı, eksik incelemenin sadece ailenin bu sakatlıkla ilgili bilgilendirilmemesine yol açtığı vurgulanmıştır.
Mahkeme tarafından 26.09.2016 tarihinde; bebekteki durumun hekimlerin eylemleri sonucunda ortaya çıkmadığı, sadece durumun tespit edilmeyerek başvurucuların bilgilendirilmemesi hususunda hekimlerinin kusurunun bulunduğu, ayrıca, bebekteki durumun tespit edilmesi halinde kürtaj yoluyla tahliyesinin mümkün olmadığı ve anne karnında tedavisine de imkan bulunmadığı, bebekteki durum ile hekimlerin eylemleri arasındaki illiyet bağı kurulamadığı gerekçeleri ile başvurucuların davasının reddine karar vermiştir. Yerel mahkeme tarafından verilen karara karşı başvurucular tarafından, emsal bir vakıanın anne karnında tedavi edildiği gerekçe gösterilerek temyiz yoluna başvurulmuş ancak Yargıtay tarafından yerel mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmiştir. Başvurucular tarafından karar düzeltme yoluna başvurulmuş ise de karar düzeltme talebinin reddine karar verilmiştir.
Başvurucular, nihai hükmü 1 Mart 2021 tarihinde tebellüğ etmiş ve 26 Mart 2021 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur.
Başvuru, maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edilip edilmediğine ve yargılamanın uzun sürmesi nedeni ile makul sürede yargılanma hakkının zedelenip zedelenmediğine ilişkin değerlendirme talebini içermektedir.
2.BAŞVURUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 17. maddesinde korunan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına vurgu yapmıştır. “Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı” incelendiğinde, devlet, bireylerin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlıklarını koruma hakkı kapsamında gerek kamu gerekse de özel sağlık kuruluşları tarafından yerine getirilsin, sağlık hizmetlerini hastaların yaşamları ile maddi ve manevi varlıklarının korunmasına yönelik gerekli tedbirlerin alınabilmesini sağlayacak şekilde düzenlemekle yükümlüdür.
Anayasa’nın 17. maddesinin amacı, esas olarak bireyleri maddi ve manevi varlığına karşı devlet tarafından yapılabilecek keyfi müdahalelerin önlenmesidir. Bunun yanı sıra, devletin tıbbi müdahaleler nedeniyle kişilerin maddi ve manevi varlığını etkili olarak koruma ve maddi ve manevi varlığına saygı gösterme şeklinde pozitif yükümlülüğü de bulunmaktadır.[1] Nitekim Anayasa’nın 56. maddesinde de belirtildiği üzere pozitif yükümlülük, sağlık alanında yürütülen faaliyetleri de kapsamaktadır. [2]
Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi, maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı kapsamında hukuki sorumluluğu ortaya koymak için adli ve idari yargıda açılacak tazminat davalarında makul derecede dikkatli ve özenli inceleme şartının yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Karar’da; başvuru dosyasında bulunan tıbbi bilgi ve belgelerden hareketle bilirkişilerin vardığı sonuçların doğruluğu hakkında fikir yürütmenin Anayasa Mahkemesi’nin görevi olmadığı ancak kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında yerine getirmek zorunda olduğu usuli yükümlülüklerinin somut olayda yerine getirilip getirilmediğinin nesnel bir şekilde değerlendirilmesi için ilgili anayasal kurallar bağlamında derece mahkemelerinin kendilerine tanınmış takdir yetkileri çerçevesinde hareket edip etmediğinin denetlenmesi gerektiği ifade edilmiştir.
Somut olayda, yargılama safahatında dikkatli ve özenli inceleme şartının yerine getirilmesi için mahkemenin Yargıtay kararıyla ortaya konulan eksikliğin tamamlanması amacı ile yeniden bilirkişi incelemesi yaptırdığı görülmüştür. Karar’da da ifade edildiği üzere, üzerinde herhangi bir uyuşmazlık bulunmayan husus, bebekte ortaya çıkan durumun tespitinin yapılmamasında gebeliğin 38. haftasında başvurucuyu muayene eden hekim dışındaki hekimlerin kusuru olduğu hususudur. Bebekte ortaya çıkan durum ilgili hekimler tarafından tespit edilmemiş ve yargısal sürecin sonunda bu durumun bir kusur olduğu sonucuna varılmıştır. Bu kusurun sonucu olarak başvurucuların doğacak olan bebeklerinde ortaya çıkan durum hakkında aydınlatılmadığı vurgulanmıştır.
Başvurucular hem temyiz kanun yoluna başvururken hem de Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunurken benzer bir vakıada bebeğin anne karnında tedavisinin mümkün olduğunu belirtmiş iseler de başvurucular tarafından yargılama sırasında ve bireysel başvuru aşamasında dosyaya sunulmuş bilimsel nitelikte bir bilgi veya belgenin olmadığı ifade edilmiştir. Buna ek olarak, Adli Tıp Kurumu’nun 29.08.2014 ve 26.05.2016 tarihli raporlarında bahse konu durumun kürtaj yoluyla tahliyesinin mümkün olmadığı, anne karnında da tedavisinin mümkün olmadığı ve aksi yönde bir verinin de bulunmadığı belirtilmiştir.
Öte yandan, yerel mahkemenin kararında bahse konu durumun tespit edilmesi halinde bebeğin kürtaj yoluyla tahliyesinin mümkün olmadığı, anne karnında tedavisine de imkân bulunmadığı gerekçesi ile mevcut durum ile ilgili hekimlerin eylemleri arasında illiyet bağı kurulamadığı sonucuna varılmakla birlikte, bahse konu durumu tespit etmemiş olmaları noktasındaki kusurları ile ilgili bir değerlendirme yapılmamıştır. Burada açıklığa kavuşturulması gereken husus, bu durumun başvurucular üzerinde doğurduğu etkidir.
Bireysel başvuruya konu edilen başvurucu bebekteki durumun tespit edilmesi halinde her ne kadar kürtaj yoluyla tahliyesinin veya anne karnında tedavisinin mümkün olmadığı ortaya konulmuş ise de bu durumun başvurucular tarafından gebelik aşamasında değil de doğumla birlikte öğrenilmiş olmasının, tazminat hukuku açısından değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, başvurucuların gebelik sürecinde bebeklerinin sağlıklı doğacağı yönünde bilgilendirilmiş olmasına rağmen doğumla birlikte bebeklerinin sol kolunun dirsekten itibaren olmadığını öğrenmeleriyle ortaya çıkan etkinin, bu durumu gebelik esnasında öğrenmelerinden daha fazla olabileceği değerlendirilmiştir. Nitekim, başvurucular, yargılama aşamasında bebekte oluşan durumun doğumla birlikte öğrenildiğini ve bu durum sebebi ile derin bir acı ve elem yaşadıklarını belirtmiştir. Yaşanılan durum sebebi ile duyulan acı ve elem esasında başvurucuların manevi zararını oluşturmaktadır.
Manevi zarar; kişinin yaşamış olduğu manevi acı, elem, keder sebebi ile ruhsal dünyasında meydana gelen zarardır. Somut olayda ise, başvurucular gebelik esnasında bebeğin sağlıklı doğacağı yönünde bilgilendirilmiş iken doğum ile birlikte bebekteki durumu öğrenmiş ve ortaya manevi bir zarar çıkmıştır. Ancak, Karar’da da belirtildiği üzere, ortaya çıkan durumun başvurucular üzerinde doğurduğu etki yerel mahkemece tartışılmamıştır.
Yerel Mahkeme’nin, bebekteki durumun gebelik sürecinde tespit edilmemesinin bir kusur olduğu sonucuna varılmasına rağmen, bu hususun başvurucular üzerinde doğurduğu etkiyi ve bunun ne şekilde tazmin edileceğini ortaya koymaması ve manevi tazminat taleplerinin reddine karar vermesi Anayasa Mahkemesi tarafından kamu makamlarının pozitif yükümlülüklerini yerine getirmemesi olarak değerlendirilmiştir.
Bu gerekçeler doğrultusunda, Anayasa Mahkemesince, Anayasa'nın 17. maddesiyle koruma altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
Başvurucuların “kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı”nın ihlal edildiği sonucuna varan Anayasa Mahkemesi, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle Tazminat Komisyonu’na başvuru yolunun tüketilmediği gerekçesi ile “makul sürede yargılanma hakkı”nın diğer koşullarını incelemeksizin ihlalin kabul edilemez olduğu sonucuna varmıştır.
3.SONUÇ
Yapılan değerlendirmeler ışığında Anayasa Mahkemesi, somut olayda başvurucular üzerinde doğan etkinin tazminat hukuku açısından değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Esasen inceleme konusu bireysel başvuruda, bebekte doğumla birlikte fark edilen uzuv eksikliği konusunda, davalı doktorların tıbbi bir hatasının bulunmadığı, diğer bir deyişle eylemlerinin açık ve doğrudan bir malpraktis kapsamına girmediği bilirkişi raporlarıyla anlaşılmış durumdadır. Bununla birlikte gebelik izleme sürecinde normal şartlarda anlaşılabilecek olan bu durumun aile ile paylaşılmaması, bebeğin sağlıklı olduğu bilgisinin verilmesi ve bebekteki uzuv eksikliğinin ise ancak doğum sonrası öğrenilmesinin, manevi tazminat yönünden ele alınması gerekmektedir. Zira doğum sonrası ortaya çıkan bu durumun aile üzerinde doğurduğu manevi zarar açık olup bu hususun yerel mahkemece tartışılmaması ve uygun yollarla bu zararın telafi edilmemiş olması, Anayasanın 17. Maddesi çerçevesinde temel hakların ihlali olarak ortaya çıkmaktadır.
Yüksek Mahkeme’nin inceleme konusu kararında da belirtildiği üzere, Anayasanın 17. maddesi uyarınca yargısal makamların pozitif yükümlülük olarak ilgili ve yeterli gerekçeleri ortaya koymaları gerekmektedir. Bu kapsamda, başvurucuların gebelik süresince bebeklerinin sağlıklı doğacağı yönünde bilgilendirilmiş olmasına rağmen doğumla birlikte bebeklerinin sol kolunun dirsekten itibaren olmadığını öğrenmeleriyle ortaya çıkan etkinin, bu durumu gebelik esnasında öğrenmelerinden daha fazla olabileceği değerlendirilmektedir. Nitekim başvurucular somut olay sebebi ile manevi bir zarara uğramıştır.
Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, Anayasa’nın 17. maddesi ile koruma altına alınan “maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı”nın önemi ve bu hakkın korunması için kamusal makamların pozitif yükümlülükleri açısından önemli bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Saygılarımızla,
Tunca Avukatlık Ortaklığı
[1] Ahmet Acartürk, B. No: 2013/2084, 15/10/2025, S. 49)
[2] İlker Başer ve diğerleri, B. No: 2013/1942, 9/9/2025, S. 44)